13 Kasım 2013 Çarşamba



KAZANIRKEN KAZANDIRANLAR

Yüzyılımızda tüketim çılgınlığı artık üst düzeyde..
Tüketip,bıkmak ve bırakmak için bazen sadece bir saat yeterli olabiliyor.Ve teşebbüs sahipleri bu bir saat içinde inanılmaz paralar kazanabiliyorlar.
İyi bir ekip ve yüzyıl insanının psikolojik ve sosyal eğilimlerine doğru bakabilen bilimsel bir değerlendirme sermaye ile birleşince toplumun tüketimi ,bir topluluğun servet kazanması demek artık..
Hedef kitlenin tam onikiden vurulduğu başyapıtlar mevcut.
Film ve kitap sektörü kapalı gişe ve best seller kavgası içinde kadınlara yönlendiğinde doğru zamanda ortaya çıkarılmış doğru kahramanlar domino etkisi yaratıyor.Bir tür bahar…
Hatta biraz da durup insanı kendi hakkında düşündürüyorsa tüketicinin değimiyle tadından yenmiyor.
Bunun en kolay yolu kadınları hedef alabilen bilimsel tespitlere dayalı seri  kitaplar yazabilmek, sonrasında bunları senaryolaştırarak film şirketlerine satabilmek.
Film şirketleri bu hedef kitleyi tam on ikiden vuran iyi senaryoları  sempatik ,güzel,yakışıklı ,iyi oyuncularla birleştirebildiklerinde bu tüketim çılgınlığı içinde bazen sadece bir ay gündemde kalarak iyi paralar kazanabilmekteler.
Yükselen değer olan toplumsal konuların dışında ,kadına eğilen ve kadın psikolojisine yaslanan hikayelerin  başarıları küçümsenemeyecek noktada.
Çok izlenen,çok okunan,çok satılanlar incelendiğinde belirli özellikleri olan esas kahramanların tüketici üzerindeki psikolojik etkileri yadsınamaz.
Özellikle hedef kadın kitlesinin 22-50 yaş ve hatta dişi ergen kitlesinin  17/21 yaş yaşamsal beklentileri,hayalleri ve duygu durumları göz önüne alınarak belirlenen esas kahramanlar dizi filmler ve kitaplarda son zamanlarda satış rekorlarına,reyting zaferlerine imza atıyor.
Tüm dünya üzerinde ve tüm bölgelerde değişmeyen ortak duygulara hitap edebilmek inanılmaz bir empati ürünü ya da şeytan işi olsa gerek (!)
Son dönemdeki Edward’lı Bella’lı  bir dizi vampir hikayesi ve sonrasında arka arkaya çekilen sinema filmleri bu düşünceyi ispat için iyi birer örnek olabilirler.
Ya da yine son dönemin best seller kitabı grinin elli tonu…Kitaptan sonra sinema filmi için de büyük beklentiler mevcut..
Hedefi kadınlar olan ve kitleyi tam on ikiden vurmayı başarmış kuzey ve güney var ülkemizde mesela..
 Kadınlar açısından bakıldığında nedir bu filmleri ve kitapları bu kadar okunur ve izlenir hale getiren?
Kitap ve filmlerin erkek kahramanlarına bakıldığında etkileyici bir dış görünüş haricinde ortak özellikleri var.
Ve bu karakterlerin tesadüfen bu kadar benziyor olmaları çok inandırıcı değil.
Karakterlerin ortak özellikleri kadınların eğilim ve ilgilerinin hesaplandığını ,özel olarak kişileştirilmiş olduklarını düşündürtüyor.

Erkeklerin tamamı feminist akıma ters gelecek miktarda hakim karakterler.

İktidar sahibi ,cesur ve zaman zaman çok kabalar.Gözüpek olmaları ,sevdikleri kadını korumak adına kendilerini bile bile tehlikeye atmaları temel prensip.

Sevdikleri kadınlar için göze aldıkları tehlikelerin ve yaptıkları fedakarlıkların bilinmesini asla istemiyorlar.Esas kadın bunları hep tesadüfen ve yanlışlıkla öğreniyor .Yani anlatmayı sevmiyorlar.

Adamlar genellikle az konuşuyorlar .Konuşsalar bile ketumlar ve kendileriyle ilgili ya da geçmiş yaşamları ve duygu durumlarıyla ilgili kolay kolay bilgi vermiyorlar.

Çocukluk ya da ergenlik dönemlerine bakıldığında hepsi travmatik.

Genellikle bu adamlar ilgi çektiklerini biliyor,kararları hep kendileri veriyor ve kendileri seçiyorlar.Seçilmiş olmakla ilgili problemleri var..Seçilmem,seçerim psikolojisinde ego yüksek,kişilik iddialı..

Seçtikleri kadınlar genellikle masum,çabuk ağlayan ama genellikle de kendilerine kafa tutabilen karakterler.Bu kadınlar aynı zamanda iğneyle kuyu kazabilecek kadar sabırlılar.Adamların anlatamadığı ,anlatmayı beceremediği ya da anlatmaya lüzum görmediği şeyleri tam olarak anlamakla yükümlüler  ve anlayış göstermek zorundalar.

Bu dizi ya da kitap karakterleri emir vermeyi seviyorlar.

Sevdikleri  (ya da seçtikleri diyelim) kadınlar üşüdüğü zaman hemen ceketlerini verebiliyorlar.

Karşılıklı otururken rüzgar geldiği için saçları uçuşan kadını,rüzgara karşı olan sandalyeye buyur edebilmek gibi inceliklere sahipken iltifat konusunda son derece beceriksiz olabiliyorlar.

Bu adamların tamamının hafızası çok güçlü.Seçtikleri kadın hakkındaki hiçbir ayrıntıyı atlamıyorlar.

Anneleri önemli ama genellikle sevgililerine annelerine davrandıkları kadar anlayışlı davranmıyorlar.

Sevdikleri insanları paylaşamıyorlar ama kıskandıklarını kendilerine bile itiraf edemeyecek derecede beceriksizler.

Sevmedikleri insanlara karşı son derece acımasızlar.

Bazen kendilerine karşı da çok acımasızlar.

Bu heybetli,hakim,cesur,korkusuz adamlar aslında henüz çocukluklarını atlatamamış ama mecburen büyümüş çoklu kişilik sendromları olan tipler.

   Bu ortak özelliklerin anlamı  bence şu…
Yüzyıl insanlarından bazıları kadın-erkek konusunda rol kargaşasını ve ihtiyaç modellerini çözmüş durumda.
Toplumbilimci ya da insan bilimcilerin  mi desek …artık erkeklerin kitap ve dizi konusundan çok spor ve siyaset konularında meraklı ve aktif olduğunu varsayarak  algılarını kadınlara çevirdikleri hissediliyor.
Durum bu olunca kadının dünyaya geliş sebebine uygun senaryolar,mazoşist hikayeler reyting adına biçilmiş kaftan olup çıkıyor.
Adına aşk denmiş aslında gerçek hayatta çok da fazla rastlanmayan mağrur ,dürüst ve içinden geldiğince yaşanan ilişkiler  tüm gün tüm derdi çamaşırları asmak,çocuğu okuldan almak ya da iş çıkışı tek parça halinde eve dönüp yemek yetiştirmek olan kadınlar için masal dünyası …ve dünyanın kapıları prime time da açılıyor.
Haberlerin hemen ardından  20.00  ya da 22.00 kuşağındaki  fazla gelişmiş  ,aşklı meşkli,hisli senaryolar ya da kitap kapakları bir süreliğine de olsa şalterlerin inmesini  ve kadının dünya algısını gözden geçirmesini sağlıyor.
Kısacası yüzyılımızın yükselen değeri araştırmacı psikologlar, tüketim toplumlarında neyin ne kadar çok ve kim tarafından tüketileceğini bilimsel yönden en kazançlı şekilde ortaya koyacak doğru danışmanlar.
Hem meslek giderek önem kazanmakta …hem de bunu bilenlere iyi paralar kazandırmakta…


29 Eylül 2013 Pazar





İYİ Kİ DOĞMUŞUM 


Doğduğunda sıfırdan mı başlarsın…yoksa bir her şeyin başlangıcı mıdır temasının aile meclislerinde itinayla üzerinde durulmaya devam ediledursun….etken ve edilgen fiil çatıları hakkında fikir sahibi olmaya başlanan yaşlar, doğum günlerinde pasta kesildiği keşfedilen yaşlara tekabül edebilir.

Osmanlı arşivlerinden klavye üzerine ayak altına yapışmış ikibin on üç model yaylar yardımıyla fırlayarak raks eden tekabül, bir süre sonra kalıcı olmayan bir parfüm etkisiyle uçup da gidebilir…

 Doğum günü denen tabiat sürekli biat edilmesi gereken bir yaşlanmayı ve her yaşın ayrı bir güzelliği varcıların bile aklından geçen bir antieycing  düşünecesini de ne yazık ki beraberinde getirebilir.

Aslında her üflenen mumla birlikte çocukluğun aydınlık ve güvenli günlerinin ışığından da uzaklaştığımız  için midir bilinmez  şanslıysak birilerinin bizi çok iyi tanıyor olmasının  getirdiği en büyük avantaj olan doğru  hediyelerin  paketleri açarken yırtılabilir.

Yeni yaşın  ilk saatinde  başlangıç noktası olan sıfır ya da birden ne kadar uzaklaşıldığı  hesabına  girişilebilir.

Mumları üflediğimiz için büyüdüğümüze inandıracak bir çok ipucu olmasına rağmen halen büyüdüğümüz için mumları üflediğimiz düşüncesi inatla olaya hakim olabilir.

Anlamı sahibine ve sahibinin sahip olduklarına bağlı bu doğulan günler  gereksiz bir tören silsilesi ve tükürüklü öpücüklerin süslediği bir tebrik trafiği de olabilir.

Kocaman pahalı bir mış gibi partisi de olabilir.

Ucuz ama deniz kokan rezervasyonu spontan  iki kişilik samimi bir sofra olabilir.


Sürprizli bir tam sayı dönümü,otuzlu yaşların bar partisi ya da kırklı yaşların dört katlı pastası olabilir.

Yirmili yaşların beklenen telefonu,ellili yaşların hayat hesabı,sanal dünyanın facebook  hatırlatması olabilir.

Kadeh kaldırabilecek bir şeref olabilir…

Hatta bu arada insanın sevdikleri için anlam ifadesi yokluğu baş döndürecek yaşamsal ibareler listesinde en üst sıralarda olabilir.

Doğduğu günü umursamama durumu aileden kalma bir gelenek değilse eğer …seksen günde devri alemle başlayacak olan uzun bir kaçışı ,ya da en yüksek binanın çatısında başlayacak olan ucuz bir sonu da çağrıştırıyor olabilir.

Belki doğduğum gün de de benimle birlikte büyümüş olabilir…

Ya da müzikli fotoğraf geçişlerinden oluşan yabancı uyruklu bir dijital dünya içinden de eski günlere selam verebildiğimiz, özetler de çıkardığımız alkışı bol,voltajı yüksek günler de olabilirler doğum günleri.

Kesişimler seçilenler olabilir… ya da  kader akıl oyunları dediği şizofrenik bir geçiş üstünlüğü içinde olabilir.

Tanıdığımız tüm insanlar bir sebeple hayatımıza girmiş olabilir.Ya da aslında hepsi tamamen tesadüf olabilir.

Ömrümüzden eksilen her gün biriktirilmiş olabilir ya da harcanmış olabilir.

Ve belki de insanın tek bildiği şimdi olabilir…Hayat, hep denilen şeyin devamlılığı olmayabilir de ,şimdi denilen şeyin tekliği olabilir.

Mutluluk süreç ya da sonuç değil sadece anlardan ibaret olabilir.

Hayat,kitapta kullandığı her ayrıntıyı süreçte kullanacak olabilir ya da bekletir ama kullanmayabilir. 

Doğum günleri bir iki dakika ses duyabilmek için bahane olabilir.

İki satır yazı yazmak için bahane olabilir.

Aile meclisini toplamak için bahane olabilir.

Özür dilemek için bahane olabilir.

Rejime pastalı bir mola için bir bahane olabilir.

Üzerinden zaman geçmiştir ama iyi ki vardın demek için bir bahane olabilir.

İyi ki tanımışım aslında iyi biriymişsin demek olabilir.

İki satır mutluluk dilemek istedim bugün cömert  günümdeyim demek olabilir.

Zaman geçmiştir ama hala oradadır iyi ki varsın demek için bir bahane olabilir.

Arkasına isim yazılı bir forma için ,çerçeveye oturmuş gün ışığı bekleyen eski bir resim için,sarı papatya ya da mor menekşe için bahane olabilir.

İki bilet,uçan balon,dört tekerlekli ilk bisiklet,en sevdiğin çikolata için bahane olabilir.

Yaş hesabı değil  de geçmiş muhasebesi olabilir.

Hayatı fizikçilerden değil de şairlerden öğrenmeyi tercih edenler için renkliler,çiçekliler ,delilikler  olabilir.

On ikiden on ikiye biraz şımarmak için güzel bir sebep olabilir.

Bu arada  bırakın bu kutlama işlerini yaşamak bu değilciler ukalalılığı için aslında pastanın bahane olduğunu anlamak zor olabilir.

İyi ki doğmuşum....


31 Ağustos 2013 Cumartesi

İSTANBUL İÇİN İSTAVRİT ZAMANI .....
En derin sevgi  ve saygılarımla gece on ikide kimselere haber vermeden sessiz sedasız karşıladım eylülü..

Henüz ilk günüydü. Esmer bir sohbete daldık gelir gelmez…

 Bu sene de yine her zaman olduğu gibi sarı yazlardan, sert rüzgarlardan, okulların açılışından ve yağmurun ellerinin de aslında küçük olduğundan söz ettik.

Gece yürüyüşlerinden, akşam sefalarından, rakıdan, balıktan kaçamadık yine.. İstavrit sezonunda deniz kenarındaki balıkçıların hüzzam fasıllarında kaybolmuş bazı hikayeler geçti elimize…okuduk birlikte.. kah güldük kah ağladık.. kahya diye tuttuğumuz keyif kitaplarını beyaz leblebilerle değiştik..

Yazdan söz ettik…Yine yerini beğenemeyen çiçekler gibi sürekli huysuzluk yapmıştı. Kızdıkça ,ateşi artan güneşin yaktığı ormanları andık…bütün renkler hızla yanıyordu ve biz birinciliği yeşile verdik.

Eski dostlara, kıyıda köşede kalmışlara, sabahları esneyerek gerinenlere, çaresizliği en vakur haliyle yaşayabilen ununu elemişlere, inadı inat olanlara, öfkesi güzellere, keşfedebilenlere , en çok da eylülü sevenlere kaldırdık kadehleri…

Yanlış kararlara, doğru zamanlara, kendi bildiklerimize, bildiğimizi sandıklarımıza, öğreneceklerimize, gelmişimize geçmişimize içtik birlikte..

Kitap kokusu ve yün hırkadan sola döndüğümüzde hemen yanımızdaki bir tabak dilimlenmiş anneanne elmasının hemen yanındaydı bazı hayaller…hatta kahrolsun muydu bağğğzı hayaller..

Sıkı bir yağmurla oluklardan eve akan bir adet müziği bırakmış Teoman eşliğinde derinde yüzdük…Sığ dediğimiz şeyi ,aslında derinde olduğumuz için bilebildiğimizi ve sürekli kıyıda olanlar için açık denizin olmadığını fark ettik.

Eylül en eski filozoflardan biriydi ...ve zamanında denizi dar büyük kentlere filolarla Truva balığı göndermiş olabilirdi.

Bir yandan da aylara göre deri değiştiren insanların aceleci intikamları, beceriksiz hırsları üzerine konuştuk..

Biz eylülle iki eski arkadaştık.. şiiri filan severiz diye Edip Cansever okuyabilen gür sesli içli plaklar bulduk…cızırtısını tavaya koyduk.. mum ışığında ya da un ışığında hepsi nar gibi kızarana kadar şiir okuduk durduk.. sanırsın dünyayı kurtarıyoruz…

Aslında herkesin hezeyanı kendineydi onu öğrenmiştik kırka az kala.. bir de kırk ayaklı kübik gece lambalarının ışığında aslında herkesin bir Zuhal Olcay kıvamında yalnızlığım şarkısıyla dalga geçebildiğini ..

Bunların hepsini eylülde eylülle öğrenmiştim..

Eylülün ortalarında lodosun baş ağrısıyla birlikte şişede birkaç şişe yahut getirdiğine de şahit olmuştuk.. denizden çıkar çıkmaz şişeyi ıslak kaldırıma vurmak suretiyle kırmış ve yahut zedelemiştik.

Sonlarına doğru meyveli doğum günü pastaları üzerindeki mumlarla yapılan ilginç büyüme deneylerinin de başarılı olduğunu görmüştük birlikte.. o kadar başarılıydı ki sonuçta büyümeyi durduramadık.. her eylül ne zaman mumları üflesek hep biraz daha büyüdük ve biraz daha çocukluktan uzaklaştık…

Paralel evrenlerde her şeyin nasıl olasılıklı ya da olasılıksız olabileceğinden, insanların yaşam boyu yaptıkları hataların yükünü hep birilerine ya da bir şeylere nasıl yükleme bağımlılığında olabileceklerinden söz ettik.

Bitmeye yüz tutmuş çok güzel masal kitaplarını sırf bitmesin diye bir dahaki eylül için yarım bıraktık..

Jon Bon Jovi it’s my life dedikçe akreple yelkovanın aslında yekrapla alkovan olduğunu görmemiz asla fazla anason kokusuyla açıklanamadı.

Çirkin ördek yavrusundan, düşük çene yapısından, konuşan fotoğraflardan, tuttuğu eli asla bırakmayanlardan, adam gibi adamlardan, havaalanlarındaki dış hatlardan, adalardan modalardan dem vurdukça…aralık kalan kapıdan ekim, kasım ve tabi ki aralık göründü …

Bir de yeni yıla girişin ilk gününün aslında her yıl eylülde kutlandığı gerçeğini çok az kişinin bildiği geldi aklımıza..

Gregoryen takvimine göre açıklanamayacak bu bilimsel değil de tamamen sinirsel gerçeklikle baş edebilecek dergi editörleri olup olmadığından söz ettik.

Sıkıcı yazarların bitmek bilmeyen kısa cümlelerinin ardından gizli özneleri, eksik yüklemleri çok iyi anladığımızı fark ettik.

Eksik yüklemlerin tamamlanması başka şartlarla kritere bağlanmışken aslında kusursuz bir cümle çok itici miymiş neymiş ona bakacakken…akacak kan damarda durmaz misali kendi ayağımıza sıktık…

Biraz topallayarak, biraz eveleyip geveleyerek nihayet sonbaharlı yağmurlukları bavullardan, bohçalardan, dolaplardan çıkardık.

Ve nihayetinde herkesin ''en deli benim, hatta en akıllı da benim'' yarışına girdiği şu yüzyılda aslında gerçek deliler kimler sorusuyla işlenen cinayete  delil aradık.. Açlık oyunlarından sonra taşlık oyunlarının aslında şaka yapmadığından, yaşamın insanların ayağına bağlayabileceği hesapta olmayan taşlardan ,sonuna kadar oyunda kalabilenlerin anormal duygu durumlarından ve uyku sorunlarından söz ettik.

Yağmurun elleri küçüktü ama kocaman ayakları vardı …sonbaharın matematiği kötüydü ,ayağının numarası sağnaktı …ve ne komikti..

Biraz Müzeyyen Senar ,biraz Cohen derken alkollü bir denizin yüksek sesli kahkahalarından biriyle masaya çarpan tükürük …gecenin ilerleyen saatlerinde kendini sele çevirmeden radyoyu kapattık..

Geride artık her noktası yemyeşil İstanbul trafiğinin İbb Üzerindeki temiz görüntüsü kalmıştı.

En derin sevgi  ve saygılarımla gece on ikide kimselere haber vermeden sessiz sedasız karşıladım sandığım eylülle ortalığı dağıtmış ve sanırım çok da gürültü yapmıştık.

Güneş uyandıktan sonra sonbaharın ilk gününe devam edecek olmak da güzeldi.

Yolculuk sırasında yol arkadaşlarımı bazen seçebilecek, bazen de seçemeyecektim. . Ama biliyorum ki yaşamın kendisi zaten kayıplar üzerineydi ve hüzünle gelen bu  mevsimde içindeki çocuğa sarılabilen kazanacaktı...Zaten bu çocuk  en çok da sonbaharda sıkı sıkı tutardı ellerimizden....

23 Haziran 2013 Pazar






GÜN GÖZÜNÜN ÖNÜNDE BATSIN VE MÜMKÜNSE BUNU KAÇIR...

Rakı balık kulübüne üye olanlar için midyede bulunan ağır metal ,ölüm sebebi olamayacak kadar hafiflemiştir artık..

Müzeyyen unutturamaz dedikçe aklına geldiğinden midir ....yoksa yedikçe semirdiğin  ev baklavaları için midir çektiğin acı bilinmez...herkesin ağzının kenarına oturan hüzünlü gülümseme, anasona salıncak kurmuş daha hızlı, daha hızlı dedikçe ...sade kahve değerlenir..

Ve kuru kahveciye rahmet okutan köpükte giderek uzaklaştığın gençliğini mi yüzdürür fal açtırırsın bilinmez ama orta yaşa geldikçe macera hakkını daha körpelere devretmen beklenir.

Aklı selim seçimler, mantıklı sayıda kadeh damga vuracakken geceye işte tam da o anda anarşist  bünye alttan almaz bu tartışmada..ruhunun kapılarını çarpıp giderken yine gelirim belki açık bırakayım hesabını yaptırmaz rakı balık..kapıyı ya ardına kadar açarsın...ya da sertçe kapatırsın artık....


gözlerin kuru kalsın ister balık bu arada......tut kendini tutabildiğin kadar...suyun içinde ağlanmaz ve güç gösterisinin biletleri satışa çıktığı gün tükenmiştir aslında..

ya da balıkla tanışır mısın acaba? mekan akustiği devreye girer burada...yoğun bir gürültü dumanının altında kendi sesini duyamazsın da rakıya buz almayı düşünmediğin halde çelik makastan bardağın içine alelacele bırakılmış çıtır çıtır bir buz sesi deler kulaklarını...

muhabbet derinse .. kılçıklara odaklanmak konuya çözüm getirebilir.. yeni ve temiz bir tabağa balığın iskeletini çatal yardımıyla naklederken bir sigara daha yaksam mı acaba sorusu şımarıklık olur...böyle sıradan bir kendin sorusu masanın örtüsünü havalandırır ve ağırlık olarak takılan beceriksiz seramikler çılgınca titreşirler...

kentin asıl sorusu kalabalığı yok eden bu rakıyla balığın miladının aslında çocukluğa dayandığı gerçeği midir ?? …ve rüyadan  mıdır …yoksa okunan bir kitaptan arta kalan senaryo mudur bilinmez boşluk tiyatrosunun sessiz replikleri…

gözlerin doldu mu ..? kaybettiklerin mi geldi aklına ..yoksa kendi yokoluşundan önce birşeyler yapmak üzere misin? mesela rakı balıktan başlamış gibi misin?

Rakı balık kulübüne üyeysen eğer ve günbatımını yakalamışsan…karşında günbatımından daha güzel bir şey oturmuyor demektir.
Çünkü hayrı kime bilinmez ama başka hiç bir yere bakamadığın bir aşk yoksa karşında gün batımını da kaçırmazsın saati tamamsa…gün doğumunu da …
Yani yaşadığının iliklerine kadar farkındaysan geçmiş olsun…en azından o anda ağır aşık değilsindir.
Çünkü bu şizofrenik sancı insanı yaşamdan uzaklaştıran devrilmesi güç bir sırıtmayı yerleştirir ki yüreğinin bir yerine ….ne rakı görüyor olman lazımdır o saatten sonra ne de batırdığın günü…

Zaten rakı balık kulübünün en önemli sorunu  iğneyi kendine günü başkasına batırmasıdır…günü batıracağı kişiyi seçtikten sonra günü doğurmaya gelmiştir ki sıra +18 bir çiftleşme yaratacağından mıdır bilinmez utangaç bir kızıllık yerleşir gözlerin ferine.

Feriye’den sonrasını Çukurcuma’ya kadar yağmurda yürüyerek ve iliklerine kadar ıslanarak gidebilen bir rakı balık kulübü üyesi şüphesiz  ki her daim vakur ,dünya batsa sükûnet içinde dumanla haberleşebilecek kadar başı bozuk bir büyücü olup çıkabilir bu işin içinden..

İstediği müziği yüzlerce frekans içinde saatlerdir yakalayamamış ve evine varmasına çok az zaman kalmış sinirli bir zaruretten sağ çıkabilen için ,sığ ve gündelik hatta ölümcül bunca derdin arasında iki kadehin dibini doğru yerde masaya vuramama dersi tam kırk dakika sürmüştür.
Her dakika bir yaş ve 365 gün demektir vatozun yüzgecinde..

Hamsinin göz çukurunu da yedikten sonra,balığın en güzel yeri kafasıdır efsanesinden dem vurduğunda..aslında balık bu hafızayla   bir yere varamamıştır ve şimdi kafası, bir insanın ağzındadır..… acilen bir başka dönemeç için yola çıkılır ki durulan yerden iett geçmediği malumdur..

Otobüsler deniz kenarlarından geçmezler buralarda…ama yolları bozkırlardan geçenler için yürünen sokaklar genellikle ve illa ki denizlere çıkacaktır..
  
Rakıyla balık bazen üvey bir masalın içindedirler....denizkızı her zamanki bacaksız haliyle üçgen bir kayanın üzerinde köpüklü bir demlenme içinde uzaklara bakmaktadır.

Çok sakin görünse de pasif bir agresyonu temsil eden denizkızı için aslında iki bacak demek bir hayat demektir…ki sadece hırçın kahkahalı ahtapot büyücü bilir bu gerçeği…kötüler çoğu zaman iyilerden zekidir.


Rakıyla balık bazen küserler…rakı olanca şiddetiyle bastıkça alkolü balığa tam da oltanın çıktığı yerden akan kan üzerine …pişmeye çeyrek kala tuzlu suyun aslında yaktıkça nasıl da iyileştirdiği gelir aklına balığın…

 Olmayan hafıza güçlü bir sıcakta pişerken birden beliriveren mavi bir kızıllıkta çöker balığın içine ve en lezzetli hali yürekler acısı halidir aslında…

Yaşayan bir balık rakıyla asla biraraya gelemeyeceği içindir ki …hikayesi hüzünlü,okuması zor bir roman gibidir …

İnsana yemek olan ölü bir balığın tüm hayatı ,masadaki bir kadeh rakıda gizlidir…

Bu sebeptendir ki rakıyla balık muhteşem bir ikilidir.
İnsana gelince…iki kişi konuşurken üçüncüye b..k yemek düşeceği içindir ki insanın bu arada az yemesi çok içmesi istenir..

Ne kadar içersen o kadar denizsindir…
Ne kadar içersen o kadar mavisindir.
Rakıyla balığın arasına girmeyiniz...







18 Nisan 2013 Perşembe






İMZA

Yağmur,bulut gibi bulut,deniz gibi olmak isteseydi mevsimden,renkten,sudan ucuz olan hepsi gibiliğin içinde yokolup gitseydiler  …insanlık da bu benzerlikten feyz ve nasip alsaydı ….ki zaten vicdan ve samimiyeti modernizme ganimet olarak verdiğimiz pahalı günlerin içindeyiz…yokolma tehditlerinden  uzakta zaten her ve hep var gibiyiz…. birimiz eksilsek diğeri tamamlar mı derdik…???
Ya da ayna ayna söyle bana kendi gibilikten daha güzeli var mı bu dünyada   cümlesi genelde benzer ama ayrıntıda bambaşka seçimlerin üzerine kurulu olabilir mi?
Yaratılıştan olmalıdır ki her insan farklı…Seçimler benzese de sebepler kendine has,kişiye özel ve ayrıcalıklı..
Bunca benzerlik içinde kendi gibiliklerin güzelleştirdiği ve yaşam belirtisi olan kendine özgülüği bitiren şey de ….modern çağ insanının kendinden başka herkesle ilgili olduğu ve kendini keşfetmeden etrafına adapte olduğu,neyi neden seçtiğini bilmeden hazır seçilmişlere yöneldiği gerçeği…
Etraf ,birbirine benzemeye çalışan gençler,birbirine benzemeye çalışan kadınlar ,birbirine benzemeye çalışan reklamlar,taklit adamlar,kopya insanlarla dolu… Herkes kendi ilgi alanlarını,becerilerini bir kenara bırakmış başkalarının ne yaptığını seyretmek,imrenmek ve taklit etmekle meşgul.
Yaşamlarını büyük birer turnusol kağıdı üzerine kurmuş olan insanlar,büyük paralar karşılında kendi gibiliklerini satıp başkasına benzemeyi tercih ediyorlar.
Etraflarındaki insanların neler yaptıklarıyla o kadar ilgililer ki,kendileri için ne yapabileceklerini,zevklerini,renklerini ve yaşamlarını güzelleştirecek özelliklerini halının altına süpürerek komşudaki kaleboduru kendi üstlerine yapıştırmakla meşguller.
Başkası okudu diye okunan okullar,komşudan görüp edinilen hobiler,arkadaşları beğeniyor diye beğenilip gidilen tatil beldeleri artık şahsımda kusma hissi yaratıyor.
Keşfetmek,üretmek,şahsına münhasır olmak gibi değerlerin giderek hisse kaybettiği şu günlerde  kendi gibi olan insanları sarsarak tebrik etmek,keşfedilmiş ve keyif aldıkları özel güzelliklerden ötürü insan ilan etmek istiyorum.
Başkasının yaratıp ürettiği şeyleri tıpatıp yaşamına giydirmek isteyenlerden, başka hayatlardan kopya çekilmiş hüzünlerden ve mutluluklardan da nefret ediyorum.
İnsan dediğinin seçimi ve yaşama bakışında kendi renkleri,kendi sayıları ,kendi yazıları ne yazık ki olmak zorunda…
İnsan olmanın getirdiği fiziksel ortaklıklar haricinde ,duygular ve akıl sorgulanmak zorunda.
Kişi,başkaları hakkında düşünmeye ayırdığı zamanı kendine ayırmak ve kendini keşfetmek zorunda.
Sosyolojik olarak dahil olunun gruplar içinde insanların birbiriyle etkileşimi tabi ki kaçınılmaz…fakat sırf bir başkası okuduğu için tüm diğerlerini hiç denemeden aynı kitaba odaklanmak,benzer izlenimler karşısında hiç sorgulamadan zaten sorgulanmış olanı seçmek,denenmişi denemek ve kendi renklerinden hiçbir resim yaratmadan dünyadan çekip gitmek insan olmanın gereğine ve doğasına aykırı olmalı..
Doğumdan ölüme kadar geçen sürede her geçen gün insanı fabrika ayarlarından uzaklaştıran yaşanmışlıkların sonunda bilinçli olarak edinilenler ,seçtiği renk,sevdiği müzik ,okuduğu kitap…
Acılar ya da mutluluklar  karşısındaki duruşumuz nasıl ki duygularımız açısından yaşadığımız  bir çeşit özgürlükse ,üretmek ve yaratmak için de akıl kullanılabilen tek değer…tabi varsa…
Bundandır ki insanın rahatça  imzasını atabileceği tek özgün eseri kendisi…

13 Mart 2013 Çarşamba

ADA YAZISI


Bugün martın 13’ü

   Eve gitmek için dağlar ,tepeler aşarken ,şehir trafiğinden yakayı kurtarmak için insanın kendini bir şeylerle oyalaması gerekiyor.

En iyisi hayal etmek…

Parasal ve insansal bir sürü sorunu bitirmiş , zaman zaman şehre inip eskiyi hatırlayarak korkarak kendi vatanına dönmüş bir şehir uzağı  olabilirdim mesela…

  Toprakla baş başa çiçeği böceği dinler…denizin sesiyle uyuyabilirdim… Çevrenin verdiği aynı iç huzuru ve dinginliği paylaşabildiğim adamımla yan yana, haftaya gelecek olan biz gibi arkadaşlarımızla,rakı balığa meze olacak, adanın sabahını aydınlatacak notalarla kurabilirdik soframızı…

Sadece, deniz sesini  geçiren cam kapıları olurdu evimizin… 

  Sabahları  inadına erkenden kalkar,günü yakalamaya çalışırdım.Şehirli arkadaşlarıma deniz kabukları boyar,rüzgara karşı öğleden sonraları rezerve ederdim.
  Aslında pahalıya satardı deniz ,kenarındaki bu huzuru...
İstiridyelerden çıkan sürpriz incilerle süslü aynalar yapardım... Denizden ne çıksa bendi...Çünkü insanlara en güzel hediyeyi, kendilerini verirdi deniz . deniz suyu iletkendi…suyun geri getirdiği çocukluğun dertsiz tasasız kahkahalarını yazları ada akşamlarında kullanılmak üzere sahiplerine deniz suyu iletirdi.

  Deniz sesi geçiren cam kapıların ardında incili aynalar olurdu..bir de alabildiğine özgürlük…

  En büyük mutluluğun hayatın garip yazgısı içinde iç huzuruyla,sağlıkla ve kimseye muhtaç olmadan yaşanmış bir ömür içinde, sevilen üç beş kişiyle menfaatsiz içilen bir bardak taze çay olduğunu düşünmeye vakit bulabilirdik..…

Sessizliğimiz bile hayran bırakabilirdi bir gezgini kendine...

Ya da iki kişilik bir yalnızlık yaratabilirdik kendimize..

   Zaman zaman büyük gemilerle denize çıkar,biraz özlerdik ,dalgaların ayaklarımıza değdiği gün batımlarını...O zaman alır başımızı gelirdik yine kapısında nazar boncukları ve deniz taşları asılı olan cam kapılı eve..
Geceleri arada bir yağan yağmurda istediğimiz kadar ıslanabilirdik...sonra da mis kokulu bir sabaha ve  taze demli çaya, kahvaltımıza sarılarak uyurduk..

İnsanın yüzü solmazdı burada...İnsanların hırsları,kompleksleri ve çirkinlikleri batmazdı göze..
Bir ömürden arta kalan taşkınlıklar orta yaşın şakası olurdu…

Kuzey duvarları gök rengi olurdu evlerin ve güneye bakan taraflar bembeyaz.

Okulda bazen ders yüzmek olurdu, bazen yürümek...Yalanın,dolanın ne kadar zararlı ve rahatsızlık verici bir şey olduğunu anlatan hikayeleri bir kayıkta piknik yaparak dinlerlerdi belki de burada çocuklar...

Birbirlerine saygıyı çok acıktıkları bir orman yürüyüşü sonrasında biraz peynirle ekmek eşliğinde su içmek için sıra beklerken öğrenirlerdi.

Ve hayatı yaşanmaya değer kılan menfaatsiz duru dostlukların var olabileceğini öğrenirlerdi.

Şimdi pavlovun köpekleri misali yaşamın dağılışını müjdeleyen bir çeşit zille insanlar  zengin evlerindeki yalnız yaşamlara doğru yol alıyorlar…Asıl ödülün ne olduğunu gayet iyi biliyoruz oysa…pastel boyalarımız ,kocaman aferinlerimiz,ellerimize kadar inen büyük büyük büyük yıldızlarımız var aslında…

Bugün 13 mart…

Hayallerimi yazabiliyor olmanın da güzel olabileceğine karar verdim.







BİLİMSEL,FELSEFİ,TESPİTLİ ÇOK CİDDİ YAZI...            

             Mesleği ne olursa olsun yaşayan (gören-duyan-okuyan-ilerleyen) herkesin ,sürekli gelişen ve değişen dünya düzeninde ,bilim ve evrenselliğin yanında yerini alması,geleceğe ayak uyduracak bilinçte bireylere yol gösterebilmesi ,genç ve öğrenmeye açık beyinlere iş olanağı sağlayabilmek adına önem taşımaktadır.

            Öğretenlerin amacı; yaşı ne olursa olsun güncelin izindeki,gelişimin farkındaki ,çok yönlü bireyler yaratabilmek, eğitim adına  okuyup yazarken ,uygulamaya geçen yeniliklerle kendini geliştirebilen ve seslendiği kitleye örnek olabilen  liderler yetiştirebilmek olmalıdır.Sadece matematiksel hesaplamalarla değil,insansal iletişimlerle  de tartışabilmeyi başaran büyüklerin aydınlığındaki yeni nesil ,sanırım ve umarım  bizlerden , bizden öncekilerden çok daha şanslı kuşaklar olarak geçmişe ve geleceğe bilgi ve çok yönlülükle seslenmeyi  başarabileceklerdir. Buna bağlı olarak da amaçlar ve teknikler yenilendiğinde gerçek düşünme yetisi harekete geçirilecektir.

            Eğitim sürecinin yaşam boyu devam ettiğine inanan kuşaklar ne zaman ki çocuklarıyla yalnızca matematiksel doğrular çıkışlı sonuçlar bulmaya yönelik değil, kafa yormaya,yorum yapmaya ,hayal gücünü kullanmaya dönük tartışmalar  yapmaya  başlayacaklar ,o zaman ucu açık cevapsız sorulardan, soyuttan materyalizme geçiş ve yeni şeyler keşfetme, deneyler yapma bilinci  de gelişecektir.

Hayal etmenin sonsuz büyüklükteki kapıları ve felsefenin beyni sürekli kaşıyan, hiç rahat bırakmayan soruları, soyutluğu, elle tutulabilmesi için itip kakmaya başlayacaklardır.

 Bilim hayal gücüyle, hayal gücü sanat ve felsefeyle, iletişim ise bu özelliklere sahip bireylerle mümkündür. Bizler için yola yarıdan başlandığı düşünülürse, sonuç, beyin ve düşünme yetisi üzerinde ne kadar yararlı olmuştur bilinmez ama yeniler için her şey bizimle ve başından başlamalıdır.

            Beyin, ünlü empirist Locke’a göre “TABULA RASA” yani doğuştan boş bir levhadır. İzlenimler ve yaşantılarla zamanla dolar ve olgunlaşır. Bu süreç biraz  düşünüldüğünde ilköğretimdeki ilk düşünme, yaşama geçirme ve bilinçlenme yaşının önemi daha iyi anlaşılabilir. Çünkü izlenimler  ve değişik konulardaki öğrenimler “tabula rasa” yı doldurmak üzere  yarışırlar…Hayal gücü ve bilgi transferinin farkındalığı, iletişimin önemi, önce bu levhadaki yerini alırsa  diğer tüm “2+2=4” ‘lere zaten ulaşılabilir.

    2+2=4 ‘lerin öncelikli ezberi, levhayı tamamen doldurduğunda ise hayal gücü ve çok yönlülük de bir daha çıkmamak üzere ruhun derinliklerine gömülür.

                Tüm bilgiler deneye dayanır ve deneyle gelişirler.

            Cevaplanmadan bırakılan sorular, iletişimi ve sözlü ifadesi güçlü bireyleri tartışmaya, dolayısıyla düşünmeye ve düşündürtmeye,konuşmayı sevmeyen bireyleri de yine düşünmeye ve az kelimeyle de olsa kendisini ifade etmeye zorlar.Cevaplanmadan bırakılan sorular, sadece felsefede vardır. Felsefe, adıyla ağır bir kavramdır. Cevaplanmadan bırakılan sorular, hayal gücünü harekete geçirir. Hayal gücü daha çok çocuklarda bulunur. Hayal edebilmek (ilginçtir ki )geliştirilebilen fakat köreldiği zaman artık göremeyen bir yetidir. Hayal gücüyle çocuk kelimeleri her dilde birbirlerine çok yakışır ve iyi bir ekip oluştururlar. Saygıyla anılır, zaman zaman da hayranlık ve şaşkınlık uyandırırlar.   

              Çocuklar düşündürülmelidir.Denenmelidir….Çocuk filazofların yaratacağı felsefe çok daha üretken ve çekici olacaktır..

               Büyükler ise felsefe için geniş zamanlara ihtiyaç duyarlar. Oysa felsefe, düşünmek demektir ve düşünmek için özel zaman birimleri gerekmeyebilir.

               Kimi çocuk, çalışmak için çok sessiz bir ortama ihtiyaç duyar.Odası , masası ve yeterli ışık  çalışma düşüncesiyle özdeşleşmiştir.Her sesi duyar ,etrafına duyarlıdır.Kimi çocuk için ise canının istemesi çalışması için yeterlidir.Ses ,ışık gibi dış uyaranlar onu etkilemez. Ses duymaz, rahatsız olmaz…

             Bizler düşünmek için birbiri arkasına gelen boş saatlere ihtiyaç duymaktayız.Oysa bu hızlı sürüklenmede kimimiz yürüdüğümüz yolları bile zaman kaybı görmekte, yirmi dört saati küçümsemekteyiz.Yeterli ısı ve ışık beklendikçe daha fazla kar yağmakta, daha fazla sel olmakta, cehalet daha fazla can yakmaktadır .

            Düşünmek için canımızın istemesi yeterli olmalıdır. Zor olan aynı anda etrafa da bakabilmektir. Bu da ancak hayal gücü ve zekanın geliştirilebilmesiyle mümkündür. Küçük çocuk düşünmeyi alışkanlık haline getirdiğinde, hem etrafta olup bitenlerin farkında olup hem de düşündüğünde artık büyümüş olacaktır. Belki de bu, büyümenin asıl gereğidir.Büyümektir.

            İlköğretim çağındaki öğrenciler, okul-ev döngüsü içinde ezberlemeye,ezber bilgiye özellikle ülkemiz şartlarındaki aile-çocuk bağlamı içinde fazlasıyla yatkındırlar.Yapılacakların en başı ve en zoru tabi ki bu konuda ailelerin de bilinçli yaklaşımı,yapılmak isteneni anlamalarıdır.Yapılmak isteneni anlatabilmektir. 

            Bireyin küçük yaşta sanat ya da  sporla tanışması gerekliliği yani eğitim haritasının aslında en ortasında olan bölge, ne yazık ki  geç göze çarpmıştır..

            Çocuklar böylelikle kendilerine  ait özgürlük alanları oluşturabilecek,zor zamanlarında çekilebilecekleri güvenlik bölgelerine sahip olabilecek , düşünme yetilerini geliştirebileceklerdir. En  önemli  bölge, en sonra keşfedilmiştir..

   Gelişmiş estetik değerler,küçük yaşta gayretle elinden gelenin en iyisini yapmaya yönelik edinilen sanatsal uğraşlar,ileride mutlu ve kendine güvenli bireyler yaratmaktadır. Hayal gücüyle yolunu bulan ,tartışarak soyutu somuta çevirecek deneylere ulaşabilmeyi başaran bireyler de ,geleceğin başarılı meslek insanları olmakta  ,büyük ya da küçük tüm grupların başarısını pişmiş liderlikleriyle   yönlendirebilmektedirler. İyi yönetilen insan grupları da verimi ve iş hızını arttırmaktadırlar. Bu çizgideki eğitim ,böylece ülke ekonomisinin olumlu adımlarıyla sonlanacak güzel biten bir hikaye haline gelmektedir. Ama asla masal değildir.

             Sanat, aynaya bakmayı başarabilen bireylere ulaştırır bizi. Kendisiyle göz göze gelebilmeyi, yüzleşebilmeyi gerektiğinde eleştirebilmeyi ve başarının tadını alabilmeyi öğretir bireye.Çocuk ailenin baskı ve özlemleriyle değil, görerek, izleyerek kendisine uyanı bulur. Henüz  ağzını sildiğiniz, ayakkabısını bağladığınız o ufacık birey ,vizyon sağlandığında sizi  şaşırtarak kendine uygun bir şeyleri seçmeye başlar. Gerekli olanaklar tanındığında aslında sizden çok daha yukarılara uçabilir ve paçası da yoktur aşağıya çekebileceğiniz. Çünkü daha kısa pantolonludur.

               İçinde bulunduğu sanat dalını özümseyebilen,günlük yaşamına aktarabilen çocuklar yaşıtlarına göre daha mutlu daha özgür ve daha sosyal olabilmektedirler.Sosyallik kişiye, olaylara birçok yönden bakabilme yetisini de hediye edecektir.Küçük yaşta düşünme ve etkinliği sahiplenmeye yönlendirilmiş birey, karşılaştığı zorluklara daha farklı açılardan da bakabilecektir.

             Estetik değerleri gelişmiş bir lider, etrafına görerek bakmayı ve insan ihtiyaçlarını hızla fark etmeyi başarabilecek, sözcükleri etkili kullanarak, kendinden  başkası olmayarak ve disiplinle özgüveni destekleyen yönetim anlayışıyla grubuna seslenebilecektir. Buna bağlı olarak duygusal ihtiyaçları,önemsenme ve fark edilme dürtüleri cevaplanmış bireyler de hızlı ve verimli çalışmalarıyla üretim ihtiyacını fazlasıyla karşılayabilecekledir.

             Özel zevklere ve küçüklükte edinilmiş farklı uğraşlara sahip bireyler, üretimin verdiği sonsuz hazzı tadacak ve tüketim toplumu denen kapalı gişe oynayan korku filmleri yerini üretime ve hayal ederek gerçekten yaşayabilen bireylerin oluşturduğu depresyonu giderilmiş topluluklara bırakabilecektir.

             Geleceğe hazırladığımız nesil, dünyanın giderek zor yaşanır bir gezegen haline geldiğini ve bunun tek ve biricik sebebinin kör cehalet olduğunu,düşünme ve üretim tembelliği olduğunu anlama zorunluluğundadır.Bu ,ancak günceli izlemenin gereklerini küçük yaşta, geri itmeden öğretebilen gelişmiş beyin programlarıyla mümkündür.Felsefe; düşünmek,tartışmak başka bakış açılarıyla dünyayı görebilmek ve sonuç için değil ,düşünmek için, düşünmenin değerini keşfedebilmek için vardır.Felsefe hayal gücü ve deney ihtiyacını körükler,bilimle yan yana yürür,bilimin ihtiyaçlarını açığa çıkarır.Çocuklarımıza küçükken öğretilen düşünme ,hayal güçlerini keşif olanağı ve sanat veya sporla geliştirilmiş kişilikler,yürüyeceğimiz yollardaki sarsıntılardan en az hasarla kurtulmamızı   sağlayacak  gerek yeter şartlardır..

Eğitimci penceresinden görünen bu manzara ne zaman ki istisnasız diğer mesleklerin pencerelerine de konuk olacak ,işte o zaman topyekün yaşanacak tam gün eğitim sürecine giriş yapılabilecektir.Aileler  çeşitli meslek gruplarına üyedir.Eğitim ailede de devam eder.Aynı dili konuşmak gerekmektedir.

  Eğitimde kişilik gelişimi ,düşünce üretimi sistemleri desteklenirken dikkat edilmesi gereken bazı unsurlar da vardır.Demokrasi süreci içinde , özgürlük kavramıyla yetişen üretken gençlerin düşüncelerini dile getirmede ve tartışmada kullandıkları yöntemler de eğitim kalitesinin bir göstergesidir.Özgürlüğü yanlış sindirmiş gençlerin bilgi üretiminde kendilerine ait olanı dile getirmede yıkıcı eleştiri,aşağılama gibi yanlış teknikler kullandığı,tartışmalarda agresifitenin egemen olduğu yönlere gittikleri de eğitimci penceresinden görünen bir başka tehlikedir.Kişiselliğe saygı, insanın en güzel yeteneği olan düşünmeyle ortaya çıkmış  o çok değerli sonucun paylaşımındaki-,dile dökme safhasındaki-şekil, gelişmiş toplumların en büyük göstergesi olan insana saygıyı barındırdığında resmin en önemli parçası da tamamlanmış olacaktır.

               Kişiler arası ilişkileri düzenleyici temel ilkelerden biri olan tartışma ancak belli nitelikleri taşıdığında yararlı olur.Tartışmanın olumlu bir konuyu merkez alması,objektif yargılara dayanması önemlidir.Kişiler hedef alınmamalı,kesin yargılardan,küçük düşürücü,aşağılayıcı,suçlayıcı konuşma şekillerinden kaçınılmalıdır.

 Özellikle medyanın-yazılı ve görsel basının gençler üzerindeki etkisi , birçok alanın eğitimin destekçisi olduğu düşüncesini doğrulamaktadır.Kuralsız-konusuz tartışma programları,sadece metafiziğe dayalı sabit söylemler içindeki örnekler gençlerimizi olumsuz etkilemektedir.Sözü edilen topyekün eğitim anlayışı işte bu merkeze dayanmaktadır.Tüm toplumsal grupların gelecek için kendilerini,kapsadıkları küçük grupları ,teknik- taktik plan programlarını gözden geçirmesi eğitim reformu için şart olmuştur.

           Her yönden yüklü ,dolu bireyler iletişim anlamında da hümanizmi benimsemek zorundadır.İnsana saygı düşüncelerin dile getirilmesi safhasında büyük rol oynamaktadır.   

EĞİTİM günümüzde hepimizin inceliklerini öğrenmek zorunda olduğu bir alandır.Hayal etmek,tasarlamak ve somut gerçeklere ulaşmanın birinci  şartı düşünme gelişim öğretmeni olan FELSEFENİN işe başlatılmasıdır.BİLİMSEL gelişim, düşünsel gelişimle doğru orantılıdır.Düşündüğünü doğru ifade edebilen bireyler insana saygıyla girişi mümkün gelişmiş dünya katmanına dahil olabileceklerdir.Yani  gelişim , aynı zamanda  doğru  İLETİŞİMLE desteklenecektir.Parçalar doğru hesaplanarak geliştirildiğinde bir kareyi,kare de gelişim için gerekli yıkılamayacak bir kaleyi oluşturacaktır.

         Hepimiz, bu kareden kale içinde olmamız gereken yerde miyiz? Bakmak lazım…