31 Ağustos 2013 Cumartesi

İSTANBUL İÇİN İSTAVRİT ZAMANI .....
En derin sevgi  ve saygılarımla gece on ikide kimselere haber vermeden sessiz sedasız karşıladım eylülü..

Henüz ilk günüydü. Esmer bir sohbete daldık gelir gelmez…

 Bu sene de yine her zaman olduğu gibi sarı yazlardan, sert rüzgarlardan, okulların açılışından ve yağmurun ellerinin de aslında küçük olduğundan söz ettik.

Gece yürüyüşlerinden, akşam sefalarından, rakıdan, balıktan kaçamadık yine.. İstavrit sezonunda deniz kenarındaki balıkçıların hüzzam fasıllarında kaybolmuş bazı hikayeler geçti elimize…okuduk birlikte.. kah güldük kah ağladık.. kahya diye tuttuğumuz keyif kitaplarını beyaz leblebilerle değiştik..

Yazdan söz ettik…Yine yerini beğenemeyen çiçekler gibi sürekli huysuzluk yapmıştı. Kızdıkça ,ateşi artan güneşin yaktığı ormanları andık…bütün renkler hızla yanıyordu ve biz birinciliği yeşile verdik.

Eski dostlara, kıyıda köşede kalmışlara, sabahları esneyerek gerinenlere, çaresizliği en vakur haliyle yaşayabilen ununu elemişlere, inadı inat olanlara, öfkesi güzellere, keşfedebilenlere , en çok da eylülü sevenlere kaldırdık kadehleri…

Yanlış kararlara, doğru zamanlara, kendi bildiklerimize, bildiğimizi sandıklarımıza, öğreneceklerimize, gelmişimize geçmişimize içtik birlikte..

Kitap kokusu ve yün hırkadan sola döndüğümüzde hemen yanımızdaki bir tabak dilimlenmiş anneanne elmasının hemen yanındaydı bazı hayaller…hatta kahrolsun muydu bağğğzı hayaller..

Sıkı bir yağmurla oluklardan eve akan bir adet müziği bırakmış Teoman eşliğinde derinde yüzdük…Sığ dediğimiz şeyi ,aslında derinde olduğumuz için bilebildiğimizi ve sürekli kıyıda olanlar için açık denizin olmadığını fark ettik.

Eylül en eski filozoflardan biriydi ...ve zamanında denizi dar büyük kentlere filolarla Truva balığı göndermiş olabilirdi.

Bir yandan da aylara göre deri değiştiren insanların aceleci intikamları, beceriksiz hırsları üzerine konuştuk..

Biz eylülle iki eski arkadaştık.. şiiri filan severiz diye Edip Cansever okuyabilen gür sesli içli plaklar bulduk…cızırtısını tavaya koyduk.. mum ışığında ya da un ışığında hepsi nar gibi kızarana kadar şiir okuduk durduk.. sanırsın dünyayı kurtarıyoruz…

Aslında herkesin hezeyanı kendineydi onu öğrenmiştik kırka az kala.. bir de kırk ayaklı kübik gece lambalarının ışığında aslında herkesin bir Zuhal Olcay kıvamında yalnızlığım şarkısıyla dalga geçebildiğini ..

Bunların hepsini eylülde eylülle öğrenmiştim..

Eylülün ortalarında lodosun baş ağrısıyla birlikte şişede birkaç şişe yahut getirdiğine de şahit olmuştuk.. denizden çıkar çıkmaz şişeyi ıslak kaldırıma vurmak suretiyle kırmış ve yahut zedelemiştik.

Sonlarına doğru meyveli doğum günü pastaları üzerindeki mumlarla yapılan ilginç büyüme deneylerinin de başarılı olduğunu görmüştük birlikte.. o kadar başarılıydı ki sonuçta büyümeyi durduramadık.. her eylül ne zaman mumları üflesek hep biraz daha büyüdük ve biraz daha çocukluktan uzaklaştık…

Paralel evrenlerde her şeyin nasıl olasılıklı ya da olasılıksız olabileceğinden, insanların yaşam boyu yaptıkları hataların yükünü hep birilerine ya da bir şeylere nasıl yükleme bağımlılığında olabileceklerinden söz ettik.

Bitmeye yüz tutmuş çok güzel masal kitaplarını sırf bitmesin diye bir dahaki eylül için yarım bıraktık..

Jon Bon Jovi it’s my life dedikçe akreple yelkovanın aslında yekrapla alkovan olduğunu görmemiz asla fazla anason kokusuyla açıklanamadı.

Çirkin ördek yavrusundan, düşük çene yapısından, konuşan fotoğraflardan, tuttuğu eli asla bırakmayanlardan, adam gibi adamlardan, havaalanlarındaki dış hatlardan, adalardan modalardan dem vurdukça…aralık kalan kapıdan ekim, kasım ve tabi ki aralık göründü …

Bir de yeni yıla girişin ilk gününün aslında her yıl eylülde kutlandığı gerçeğini çok az kişinin bildiği geldi aklımıza..

Gregoryen takvimine göre açıklanamayacak bu bilimsel değil de tamamen sinirsel gerçeklikle baş edebilecek dergi editörleri olup olmadığından söz ettik.

Sıkıcı yazarların bitmek bilmeyen kısa cümlelerinin ardından gizli özneleri, eksik yüklemleri çok iyi anladığımızı fark ettik.

Eksik yüklemlerin tamamlanması başka şartlarla kritere bağlanmışken aslında kusursuz bir cümle çok itici miymiş neymiş ona bakacakken…akacak kan damarda durmaz misali kendi ayağımıza sıktık…

Biraz topallayarak, biraz eveleyip geveleyerek nihayet sonbaharlı yağmurlukları bavullardan, bohçalardan, dolaplardan çıkardık.

Ve nihayetinde herkesin ''en deli benim, hatta en akıllı da benim'' yarışına girdiği şu yüzyılda aslında gerçek deliler kimler sorusuyla işlenen cinayete  delil aradık.. Açlık oyunlarından sonra taşlık oyunlarının aslında şaka yapmadığından, yaşamın insanların ayağına bağlayabileceği hesapta olmayan taşlardan ,sonuna kadar oyunda kalabilenlerin anormal duygu durumlarından ve uyku sorunlarından söz ettik.

Yağmurun elleri küçüktü ama kocaman ayakları vardı …sonbaharın matematiği kötüydü ,ayağının numarası sağnaktı …ve ne komikti..

Biraz Müzeyyen Senar ,biraz Cohen derken alkollü bir denizin yüksek sesli kahkahalarından biriyle masaya çarpan tükürük …gecenin ilerleyen saatlerinde kendini sele çevirmeden radyoyu kapattık..

Geride artık her noktası yemyeşil İstanbul trafiğinin İbb Üzerindeki temiz görüntüsü kalmıştı.

En derin sevgi  ve saygılarımla gece on ikide kimselere haber vermeden sessiz sedasız karşıladım sandığım eylülle ortalığı dağıtmış ve sanırım çok da gürültü yapmıştık.

Güneş uyandıktan sonra sonbaharın ilk gününe devam edecek olmak da güzeldi.

Yolculuk sırasında yol arkadaşlarımı bazen seçebilecek, bazen de seçemeyecektim. . Ama biliyorum ki yaşamın kendisi zaten kayıplar üzerineydi ve hüzünle gelen bu  mevsimde içindeki çocuğa sarılabilen kazanacaktı...Zaten bu çocuk  en çok da sonbaharda sıkı sıkı tutardı ellerimizden....